Bir kere, her şeyden önce neredeyiz onu bir anlatmak lazım. Biz, Çanakkale’nin dibinde ama buradakilerin bile Çanakkale’de miyiz yoksa Balıkesir’de mi tam karar veremedikleri, fakat saygıdeğer devlet büyüklerimizin “Siz Çanakkale’desiniz” diye karar verdikleri, en yakın komşumuzun Balıkesir’e bağlı olduğu, tabelalarında “Ege’nin başladığı yer” yazan, fakat boğaza hayli uzak olan, küçük bir balıkçı kasabası değil, beton binaların adedine baktın mı büyük bir tatil kasabası diyebileceğiniz, Küçükkuyu beldemizdeyiz. Fakat beldemiz bir hayli betonken, biz zaten betondan kaçmışız, eh haliyle öyle bir yerde oturmak gibi bir niyetimiz olmadığı için de, Küçükkuyu’dan yukarıya 3 kilometre sardın mı (burdakiler öyle diyor), çıkabileceğiniz, Adatepe köyündeyiz.
Adatepe, eski bir Rum köyü. O yüzden geleneksel Türk mimarisi olan sıvasız tuğla duvarlar üzeri beton filizlerin bırakıldığı tarihi betonarme binalar yerine, taş evlerin bulunduğu, hatta sit alanı olarak da ilan edilmiş olan kendi halinde bir köycük. Köycük diyorum, çünkü burada oturan neredeyse hiç yerel kişi kalmamışken, taş ev, dar sokak büyüsüne kapılmış şehirli arkadaşlar buradan evleri kapatıp, ev fiyatlarını Etiler seviyesine çektikten sonra, evlerini kendilerine göre restore edip, senede iki hafta bilemedin üç hafta kalıp şehre geri döndüklerinden, köyde sürekli kalan pek yok. En son seçimlerde oy verenlerin sayısı yirmi mi ne.
En muhteşem(!) zamanı da bayramlar. Aşağıda Küçükkuyu trafiği Bağdat Caddesi’ni aratmıyorken, köyün namını duyup yukarı kaçan turistler, her yerde.. Akrep çıkar diye uzak durduğun taşın altından turist çıkıyor, Allah inandırsın. “Anneeee bak keçiiii!” diye, keçilerin yanında poz verip fotoğraf çektiren çocuklar mı ararsın, tam kahvaltıya oturmuşsun, zeytini yutucan, oradan “ Afiyet olsun, afiyet olsunnn, günaydınnn, merhabalar! Zeytinler sizin bahçeden mi?” diye sırıtan bir amca mı ararsın. Hepsi var. Yok yok. Hatta geçen bayram arkadaş evindeki avluda uyuyor, bir gözünü açıyor adamın teki yanı başında buna sırıtıyor. Bizim burası bir film seti, biz de Universal stüdyolarında figüranlık yapıyoruz, anlayacağınız.
Ama el ayak çekilince, akşam karanlık çöktüğünde bir duyduğunuz, Mayıs ayında bülbül sesleri, Kasım ayında yabani domuz mörklemesi (bu tabiri ben buldum). Başka tıs yok. O zaman o dar sokaklar, taş evler ortaya çıkıyor, insanın ruhunu değiştiriyor.
Adatepe’de oturuyoruz demek, sadece bu köydeyiz, bütün şehirden kaçan herkes de bu köyde demek değil. Biz şehirden, sistemden kaçmışlar bu civarda her yerdeyiz. Adatepe, Bahçedere, Çetmibaşı, Yeşilyurt, Küçükçetmi, v.s. Var bir sürü köy burada. Kimisi dışarıya çok açık, kimisi kendi içine daha kapalı ama herkes birbirine saygılı, birbirinin yardımına koşan, inanın İstanbul’dan, Ankara’dan çok daha medeni bir şekilde hep birlikte yaşayabiliyoruz. Hem bizim film setinden farklı olarak, insanlar gerçekten çobanlık yapıyor, zeytinlikleri var çiftçilik yapıyor. Boş zamanlarında erkekler ava gidiyor, kadınlar salça pişiriyor. Herkes akşam üstü kahvede toplanıyor. Bazı köylerde gündüz vakti kahveyi kadınlar dolduruyor, erkekler herhalde evde çorba pişiriyor, onu bilemem artık.
Ayrıca da bizim köylerimizin neredeyse hiç birinde binalar Geleneksel Türk mimarisinin temel özelliklerini taşımıyor. 😉



Ben o taraflara gelirken her sene dağdan inerken sağdaki Nusratlı’da gözüm kalır… Kısmet 🙂
Siz de ne iyi yapmışsınız. Huzurunuz daim olsun.